Dava Adamı

 

 

 

ein Bild

 Dava adamı her şeyden önce bir “idrak insanı”dır. O, yaptığı yapacağı her işin önünü sonunu çok iyi düşünür; hiçbir zaman karambole adım atmaz ve aslında onun plansız hiçbir işi olmaz. Dava adamı gönül verdiği dava uğruna, kendi öz nefsine kadar her şeyi feda etmeye hazırdır ve bu hususta o, çoktan aklını, nefsini ve ruhunu ikna etmiştir bile.

Soru: İdeal bir fikir ve dava adamı nasıl olmalıdır? Fikir ve dava adamlarının özellikleri nelerdir? Asrımızda dava adamı var mıdır?

İdeal bir fikir ve dava adamının anlatılması -hem bizim ufkumuzu aşkın bulunması, hem de kavrayamadığımız bir durum olması itibariyle- ve özellikle günümüzde bütün detayları ile vicdanlara intikal ettirilmesi zor olsa gerek. Dolayısıyla da bize nazarî planda küçük bir-iki şeyi anlatmak kalıyor.

Dava adamı her şeyden önce bir “idrak insanı”dır. O, yaptığı yapacağı her işin önünü sonunu çok iyi düşünür; hiçbir zaman karambole adım atmaz ve aslında onun plansız hiçbir işi olmaz.

Dava adamı gönül verdiği dava uğruna, kendi öz nefsine kadar her şeyi feda etmeye hazırdır ve bu hususta o, çoktan aklını, nefsini ve ruhunu ikna etmiştir bile.

Dava adamı kendisini, başkalarını yaşatma zevkine adamış, nefsî haz ve zevklerinden sıyrılmış bir insandır. O, günde elli defa seve seve davası uğrunda ölüme katlanmaya hazırdır; ama körü körüne, hemen ölüme koşmak ve kendini ölüme atmak gibi düşüncesizce şeylerden de uzak bir basiret insanıdır. Zira dava adamı, sadece bir fedai değildir. Hele bir gösteriş budalası asla.. o her gün davası uğruna gördüğü, müşahede ettiği acı manzaralar ve gelecek adına milletini tehdit eden şeyler karşısında bin defa ölür, bin defa dirilir ve bir kere ölmekle kurtulmayı asla düşünmez. Bazen kendisini feda edip bir kere ölen insanlar arasında çok defa hayattan bıkmış kimseler de bulunabilir. Dava adamı tepeden tırnağa hayat doludur. Yaşamanın önemli olduğunun da farkındadır; ama o, diriliş eridir ve hayatı gibi diğer değerli şeylerini de, öldürmeye değil yaşatmaya bağlamıştır.

Her fedakâr insan dava adamı olamadığı gibi, her ideal insan da dava adamı olamaz. Belki o bir idealist olabilir; zira dava adamı olmak ayrı bir kısım vasıflar ister.

Dava adamı ne yaptığını ve yapacağını çok iyi bilen biridir. O, “Hele şöyle bir yapalım da ne oluyor görelim.” mülahazasıyla hareket etmez. Düşünür, istişare eder, planlar, sonra yapar ve ömrünü yap-sök’le tüketmez.

Bu vasıflarla kâmil mânâda muttasıf olan en büyük dava adamı şüphesiz ki, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir. Şimdi O’nun örnek hayatından bir kısım kesitler sunarak yukarıda icmâlen bahsettiğimiz dava adamı portresini çizmeye çalışalım.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hayat-ı seniyyelerine baktığımız zaman, O’nun çok kritik dönemlerde dahi ani ve isabetli kararlar verdiğini görürüz. Mesela, Allah Resûlü, Ashab-ı kiramın bir kısmının işkence altında bulundukları Mekke’den Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etmişti. Başkaları belki bunu ilk bakışta anlayamayabilirdi. Hatta yanlış yorumlara bile girebilirdi; ama Efendimiz’in anlayışına göre onlar Habeşistan’a gitmekle, hem Mekke’deki baskıdan kurtulacaklar, hem de orada Müslümanlığı duyuracaklardı. Nitekim öyle de oldu ve Habeş kralı Necaşi bile Müslüman oldu.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hayatında, ilk anda anlaşılamayan, ama anlaşıldığında da O’nun ne kadar büyük bir dava adamı olduğunu gösteren bir başka büyük olay da Hudeybiye sulhüdür. İzzet, şeref ve haysiyetiyle oynandığı Hudeybiye’de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), tam bir dava adamı olarak hareket etmiştir. Şayet O, orada Ashab-ı kiramın önünü açsaydı, onlar İrem barajı gibi bütün müşrikleri sele vereceklerdi; belki o selin önünde kendileri de sürükleneceklerdi. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye meydan vermedi. Hemen Allah’ın emriyle ve O’nun muradı istikametinde bir karar verdi ve bir anlaşma yaptı. Belki bu anlaşmada Müslümanların onur ve şerefi kırılacaktı; ama katiyen kan dökülmeyecekti ve Uhud’da, Hendek’te müşriklerle açılan ara biraz daha açılmayacak, problem, olduğu yerde dondurulacaktı. Müşrikler gelecek sene Müslümanlara Mekke’ye girme imkânı verecekler ve böylece sahabe de Müslümanlığı anlatma fırsatı bulmuş olacaktı. Dahası bu insanlar akrabalarının yanına gidecek ve aile yakınlığı içinde dinlerine ait meseleleri çok rahatlıkla anlatabileceklerdi. Hem Mekkelilerle böyle bir anlaşma yaptıklarından dolayı çok rahatlıkla Arap yarımadasında çeşitli kabilelere Müslümanlığı anlatma fırsatı da bulmuş olacaklardı. Çünkü Mekkelilerden artık herhangi bir tehlike gelmesi söz konusu değildi. Ayrıca, bu esnada Allah Resûlü çeşitli meliklere, hükümdarlara mektuplar yazacak, adamlar gönderip onlarla meşgul olma imkânı bulacaktı.. ve bu arada kendi sistemini kuracak ve her şeyi sağlama bağlayacaktı.

Bu sergüzeştinin tafsilatı şöyledir: Allah Resûlü Mekke-i Mükerreme’nin önüne kadar gitmiş, Ashabıyla Hudeybiye’de konaklamış; O, umre yapmak niyetindeyken birdenbire karşısına düşman çıkınca, bütün bunları düşünerek bir anda o duruma göre bir karar vermişti ki, bu O’nun ne büyük bir dava adamı olduğunu göstermeye yeter zannederim. Zira bu öyle bir karardı ki ilk anda pek çok kimseye ters geliyordu ve tereddüt yaşayanlar oluyordu; kendisine can-ı gönülden bağlı olan Hz. Ömer bile ilk anda bunu tam idrak edememişti. Bu arada, konuyu başka anlamayanlar da vardı. Hatta belki Hz. Ebû Bekir de ilk anda idrak edememişti. Ne var ki, onun farklı bir idrak seviyesi vardı; O, Efendimiz’e bilâ kayd u şart teslimiyet içindeydi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in yanına gelmiş ve “Efendimiz, Allah’ın peygamberi değil mi?” diye sormuştu. O da “Evet Allah’ın Peygamberidir.” diye cevap vermişti. Sorular devam etmiş: “Pekâlâ karşımızdakiler kâfir değil mi? Allah bize zafer ve fütuhat vaat etmiyor mu?” O, bu sorulara da “Evet” cevabını verdikten sonra eklemişti: “Fakat ey Ömer unutma! O, Allah’ın peygamberidir; ne yapıyorsa O yaptığının farkındadır.” Evet, ilk planda bu işe Hz. Ömer’in de aklı ermemişti ama aklı erdiği andan itibaren de bu cüz’î muhalefetini her hatırlayışta büyük bir nedamet duymuştu. Kim bilir o, bu yolda, ne sadakalar vermiş, ne oruçlar tutmuş ve ne istiğfarlarda bulunmuştu!

Hudeybiye’de sadece Hz. Ömer değil, Ashab-ı kiramın pek çoğu maddi mücadeleden yanaydı; ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğru bildiği yolda ısrar ediyordu. Ashabın bütünü, kılıçlarını kınlarından yarısına kadar çıkarmış hücum emri beklerken, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep ısrar ediyordu. Çünkü Efendimiz, Allah’ın izni ve içini aydınlatmasıyla verdiği kararın kesinlikle isabetli olduğuna inanıyordu. Nitekim tarih şahittir ki O, kararında yerden göğe kadar haklıydı.

O yüksek fetanetten değişik birkaç kare daha: Uhud’da ve Huneyn’de çok şiddetli bir düşmanla karşılaşılmıştı ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç mi hiç sarsılmamıştı. Uhud’da en güzide Ashabıyla birlikte yaralanmış; ancak düşmanları yeniden takip meselesi söz konusu olunca hiç duraklamamıştı: O esnada hiç kimse tek başına yürüyecek güce ve iktidara sahip değildi. Bazıları ancak birbirlerini destekleyerek yürüyebiliyordu. Neredeyse hepsi yaralı idi. Fakat Efendimiz hiç sarsılmamıştı; Bedir’e çıkıyor gibi yine düşmanı takibe koyuldu ve çok yerinde bu hareketiyle müşriklerin kuvve-i maneviyelerini kırdı. Huneyn’de de benzer şeyler vuku bulmuş ve muvakkat bir geri çekilme söz konusu olmuştu. Aslında Huneyn’deki ok yağmuruna herkes gibi O da maruzdu. Ancak O hiç fütur getirmeden atını ileriye sürüyor ve “Ben, Allah Peygamberiyim, bunda yalan yok, Ben, Abdulmuttalib’in torunuyum.” diyordu. Hz. Ali gibi bir haydar-ı kerrar şöyle anlatır O’nun bu durumunu: “Biz muharebe meydanlarında sıkıştığımız zaman, O’nun himayesine sığınırdık.”

O’nun ayrı bir derin yanı da şudur: O, dünya mâmelekine sahip olduğunda da hiç tavrını değiştirmedi. Nasıl fakir olduğu zaman fakirdi, aynı şekilde yığın yığın hazineler karşısında da hep bir fakir gibi davranmasını bilmişti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdiğinde, Efendimiz yattığı hasırın üzerinde doğrulmuştu ve bir tarafında hasır izi görünüyordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate gelmiş ve ağlamıştı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da O, “Ya Rasulallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun. İşte buna ağladım.” cevabını vermişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, Hz. Ömer’e şu karşılıkta bulunmuştu: “İstemez misin, Ya Ömer! Dünya onların, âhiret de bizim olsun.” Başka bir rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Dünya ile benim ne alâkam var? Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip yoluna devam eden bir yolcu.” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının sonuna kadar da hep aynı şekilde yaşamıştı. Dahası vefat ederken de üzerinde sadece yamalı bir hırka vardı.

Hakiki dava adamı olan Efendimiz, ne işin başında ne de muvaffak olduğu zaman tavrını hiç mi hiç değiştirmemişti. Bir Batılı, büyük insanları sıraya koyarken mealen şöyle der: “Dünyada birçok kimse başlangıçtaki durumlarını, muzaffer ve muvaffak olduktan sonra koruyamamışlardır. Bunun tek bir istisnası vardır; o da Hz. Muhammed’dir. O işe nasıl başlamışsa ulaştığı en son noktada da aynı seviyeyi korumuştur.” O, nasıl ilk devirlerde yumruklanırken, Mekke’den işkenceyle kovulurken insanca davranmış, şefik, refik bir habib gibi hareket etmişti, aynen öyle de Mekke’ye muzaffer bir fatih olarak girdiğinde de hiç değişmemişti.

Zira O nefsi için yaşamıyordu; hep başkaları için yaşıyordu. Başkalarına karşı vazifesi bittiği andan itibaren de artık dünyadan gitmeyi mukadder görüyordu. Yani O, vazifesi bittikten sonra dünyada bulunmasının mânâsız olduğu kanaatindeydi. Öyle ki henüz Mekke döneminde, cinler de kendisine inandıktan sonra İbn Mesud’a şöyle demişti: “Galiba bundan sonra ömrüm vefa etmez, ey Abdullah; ben herhalde öleceğim..” İbn Mesud, “Neden ya Resûlallah?” diye sorunca da, şöyle cevap vermişti: “Allah, insanlar ve cinler bana inanacaklar diye vaat etmişti. Görüyorsun ki, şimdilerde Mekke’de çok insan var. Şimdi cinler de inandılar. Demek ki artık benim vazifem bitti.”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in halkasında da Allah Resûlü’yle aynı duygu ve düşünce içinde yaşayan nice insan yetişmişti ki, bunlar hep yaşatmışlar; yanmış ve ateşleri söndürmüşlerdir. Maddi-manevi füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunarak hep başkaları için soluklamış, başkaları için koşmuş, başkaları için var olmuşlardı…

Efendimiz’den sonra günümüze kadar da aynı hava ve atmosfer içinde ve aynı iklimde yetişmiş birçok kâmet-i bâlâ görmek mümkündür. Zaten onlar olmasaydı, din o güzel şekliyle ve kendine has orijiniyle temsil edilemeyeceğinden dolayı şimdiye kadar çoktan -hafizanallah- enkaz hâline gelecekti. Ama bu dini gönderen, sonra da koruma işini kendi üzerine alan Allah, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile teyit ettiği bu dini, kıyamete kadar, Muhammedî büyük zatlarla desteklemiş ve günümüze getirmiştir. Bundan sonra da bunu yine dava adamı ruh ve şuuru içinde, çok büyük ve yüce kâmetler, dinin ruhuna uygun bir şekilde temsil edecek ve bizden sonraki nesillere intikal ettireceklerdir.

Buraya kadar söylenenler, büyük bir insan ve en büyük dava adamının, dava adamlığı vasfına dair içimizde inşirah hâsıl edecek tablolardı. Herhalde esas anlatılması gerekli olan husus şuydu:

Efendimiz ile başlayan bir dönem, çeşitli kimselerin elinde hakkıyla korundu ve günümüze kadar bütün canlılığıyla intikal etti. Eğer günümüzde de aynı ruh, aynı azim ve inançla; aynı şuur, aynı hasbilik ve diğergamlıkla bu işe sahip çıkmazsak, günümüze kadar elden ele emanet olarak intikal eden bu davanın -Allah muhafaza buyursun!- enkaz haline gelmesi mukadderdir. Tabii buna sebebiyet veren de bizler olmuş olacağız. Bence asıl üzerinde ısrarla durulması gerekli olan husus da işte budur: Maddi-manevi her şeyin üstünde ona olağanüstü bir ehemmiyet atfetme ve dünyevi işlerin çok çok üstünde değer verme, hatta o olmadıktan sonra yaşamanın mânâsız olduğuna inanma, dahası genç nesilleri buna inandırma, Rabbimizin bize lütfettiği her fırsatı bu istikamette yani nesillerimizin irfan hayatı adına, imana ermeleri adına değerlendirme ve bunu en büyük vazife sayma… Evet, bunun dışındaki bütün pâye, makam ve mansıplar bir hiç hükmünde olmalıdır.

Asrımızda dava adamının bulunup bulunmadığı meselesi izafi bir konudur. Belli bir ölçüde dava adamları vardır, ancak kâmil-i mükemmel mânâda dava adamının bulunacağını iddia etmek oldukça zordur. Hususiyle asrımız, bir cemaat asrıdır. Fertler “ferd-i ferîd” dahi olsalar, “gavsiyyet” ve “kutbiyyet”i dahi temsil etseler, küfür cereyanının çıkardığı şahs-ı mânevî karşısında mukavemet edemeyeceklerinden dolayı bugün, dava adamı keyfiyet ve evsafını, dava adamına ait hususiyetleri, daha ziyade cemaatte aramak gerekir. Dava adamı hususiyetleri içinde kendini gösteren bir cemaat varsa, ideal bir dava adamına ait evsafı onlar gösteriyorlar demektir.

Kul Olmaktan Gurur Duymalı
 
meksikabiberi

diyet
(52 Gelen 198 Giden)

Senin linkin burada olsun mu?
O zaman buraya kaydını yaptır:
=> Kayda git
Sen Yokken Biraz Daha Ölüyorum Ben
 
Sen yokken biraz daha ölüyorum ben
Gönlüm sonbahar, yaprak yaprak dökülüyor
Her mevsim kış, hergünüm gece
Sonu yok yolların, yarını yok saatlerin

Ve ben biraz daha ölüyorum sensizliğin ortasında
Kokusu yok çiçeklerin, gök kuşağının rengi yok
Ateşi yok sevmelerin, sigaramın dumanı yok
Gözlerin her yerde, ne yana baksam gözlerin
Ve ben biraz daha ölüyorum gözlerinin ortasında

Alevi yok yangınların, suyu olmadığı gibi yağmurun
Denizin mavisi yok, tıpkı gözlerin gibi
Gözlerin her yerde, ne yana baksam gözlerin
Ve ben biraz daha ölüyorum sensizliğin ortasında

Dostu yok gecelerin, geceler çok uzun
Geceler bir ömür, ömür dediğin bir tutam ümit
Ümidi yok yarınların,
Tıpkı senin yokluğun gibi
Ve ben biraz daha sana hasret
Hasret bir ip boğazıma düğümlenmiş
Düğümler her tarafımda, bütün yollar kör düğüm
Ve ben biraz daha ölüyorum sensizliğin ortasında

Yalnızlığını ben yazarım şiirlerin, ayrılığını ben
Karamsarlıkları hep senden
Hayalinle süslenen bu şehir
Ve ben ölüyorum bu şehirde sensizlik ortasında
Gittigidiyor dan Fırsatlar
 
Mahzun NEBİ
 
CAN KIRIKLARI
 
Şimdi susuyorum!
yüreğimdeki yangınlara aldırmadan
bıraktığın enkazın küllerinde yürüyorum
her adımda biraz daha uzaklaşıyorum kendimden
dilim dipsiz bir kuyuya düşüyor
kendimden kaçıyorum

şimdi anlıyorum!
şehrin rezil sokaklarında bitmişiz
sevdamızın köşebaşları hep tutulmuş
bakışlarım biraz daha boş artık dünden
içimdeki uçurum eskisinden derin

şimdi biliyorum!
sonsuza kadar sürmüyor tüm sevgiler
o derman hiçbir zaman olmuyor yürekte
biran geliyor ölüyor birşeyler
en derinlerde bir yerde

şimdi görüyorum!
kişi sadece hatalarına yanmıyor
tam derdimi anlatabileceğim dediğinde
dilde kelimeler bitiyor

şimdi yürüyorum!
ismi fail bir yolculukta çırılçıplağım
can kırıkları kanatıyor heryerimi
içime damlıyor kan kızılı
ağır ağır ölüyor bu beden
can tende yarım.

 
Bugün 10 ziyaretçi (43 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol